27 Temmuz 2009 Pazartesi

Kızkalesi

Artık kesin olarak karar verdim, ben "kısa tatiL"ci bir insanım.
Az gün olsun, hiç uyunmasın, koştur koştur her şey yapılsın, sonra eve dönülsün, sadece 2-3 gündür evden uzakta kalınmış olmasına rağmen, "wuuuh! Sanki bir haftadır ordaymışım gibi geliyor. O kadar çok şey yaptık ki..." denilsin.

Çok uzun süreli tatile gidince insanın üzerine bir mayışıklık çöküyor. "Daha çok vaktimiz var, onu sonra yaparız."lar başlıyor, her şey sonraya erteleniyor ve pek bir şey yapılmadan da geri dönülüyor.

Sadece bir gece kalmak için Kızkalesi'ne gittim ve iki günün sonunda bir aydır tatildeymişim gibi bir renkte ve ruh halindeyim.

Hemen sahilin dibindeki Baytan Otel'de kaldık. Şimdi otel sahibi benim arkadaşım olduğu için ne kadar objektif olabilirim bilmiyorum. Konaklayanların yarısından çoğu başka ülkelerden gelmiş insanlar, çalışanlar oldukça neşeli ve sempatik, bahçesinde köpek, kedi, ördek her şey var ve Kızkalesi'ne tam karşıdan bakıyorsunuz... Çok özellikli bir menüsü veya işte kral suiti filan yok tabii. Ama Kızkalesi genel olarak çok lükse müsait bir bölge değil. Daha salaş ve daha ucuz her şey...

Otel terasından bir poz:

Bütün günü sahilde biraz gölgede, biraz güneşte yatarak geçirdik. Susu'nun çabuk yanma formülünü denedim: Güneş yağı ile bebek yağını karıştırıp bir şişeye doldurmuş, onu fıs fıs sıktık kendimize.
Haftasonu inanılmaz kalabalık oluyor her yer. O yüzden mümkünse haftaiçi gitmenizi tavsiye ederim. Denize girdiğinizde boy derinliğinde olan kısım insanlarla dolu, insan duvarı gibi bir şey var kale ile aranızda. Ama boyu aşan 2 metreden daha derin kısma yüzdüğünüzde deniz bomboş ve su güzel. Yani amacınız yüzmekse açılmanız lazım. Yoksa her telden yüzlerce insanın ortasında denizde durmaktan başka bir şey yapmanız mümkün değil.

Su atraksiyonlarına girişmenizi de şiddetle tavsiye ederim. Parasailing benim favorim oldu. Yaptığımız sırada her şeyimizi resepsiyona emanet ettiğimiz için bizim fotoğraflarımız yok, google'dan bulunma foto koyuyorum. Önce adrenalini bol bir şey gibi gelmişti; ama hiç korkunç bir yanı yok. Aksine acayip keyifli. Üstelik Kızkalesi'nde yaptığınızda boş boş denizi değil, kaleyi de yukarıdan izlediğiniz için daha da bir güzel oluyor. Mutlaka yapılmalı!

"Fly Fish" diye bir şey vardı," muz"un daha çok uçanı... Ama hava fazla rüzgarlı olduğu için o gün yapılmıyormuş. Jet ile takıldık biz de...

Burada bir de ziLLice tatiL tavsiyesi: Hani deniz, güneş, kum flörtik ortamlar söz konusuyken ve tatiliniz iki günlük olduğu için adamın ailesi, okulu şuyu buyu hiç umrunuz değilken, kırıtmak için yakışıklı ve böyle su aksiyonlarını yaptıran tesisin sahibini/sahibinin oğlunu seçerseniz tatiLiniz kesinlikle daha eğlenceli bir hale gelir : ))

Akşam da Kızkalesi'nden bir sonraki bölge olan Susanoğlu'ndaki club'ları pek methettiler. O yüzden yemekten sonra yola koyulduk. La Rambla diyesim geliyor ama değil, La ile başlayan İspanyolca isimli yeni bir yer açılmış önce oradaydık. Açık hava olması güzeldi, müzikler de bizim alışageldiğimiz Kuruçeşme tarzındaydı: Türkçe pop hitler ve dans etmelik rNb ve electronic ortaya karışık... Fakat yaş ortalaması çok ilginçti. Çocuklarına bakmaya geldiler herhalde denilebilecek yaş ve kılıkta teyzeler de vardı, 16lik ortam piçi kıvamında veletler de...

6-7 sene önce lisede okul gezilerinde vişne suyu içiyoruz diye hocaları kandırırken içip durduğum vişne votka hala oranın en tutan içkisi olarak kalmış, öyle afilli kokteyller, mekanın kendine özel spesyali filan yok. "Elmalı smirnoff içine de çok az elma suyu"nu bile iki-üç kere söylemem gerekti barmene. Çok ilginç bir şey istemişim gibi hissettim kendimi.


Belli bir saatten sonra açık havada müzik yasağı olduğu için, bu tarz mekanlar en geç 3te kapanıyor. O yüzden de kapalı başka mekanlara geçtik. Lazer showlar çok popüler... Ve gerçekten lazere meraklı Discorium'da bile görmediğim efektlere sahipler.

Yine de yaşlanmak mı dersiniz, yoksa artık gece hayatının her türlüsünü görüp doymak mı dersiniz; ne derseniz diyin benim gecemin en keyifli kısmı Kızkalesi'ne karşı şarabımı yudumladığım saatlerdi. Hiç gerek yokmuş aslında öyle club aramaya, yollara düşmeye filan.


Pazar günü de yat gezisi yaptık. Civarlardaki koyları ziyaret ettik. 6 koyda durduk, hepsinin de suyu bambaşkaydı. Özellikle en ilgimi çekenlerden biri Caretta Caretta mağralarının olduğu koydu. Öyle dalış tüpü gibi ıvır zıvırlara hiç ihtiyaç duymadan kocaman olan bu mağralara girip içinde gezmeniz mümkün.


Diğeri de "Narlıkuyu" idi. Denize bir kaynaktan tatlı su karıştığı için, suyun üst kısmı buz gibi ve tuzsuzken; dibi sıcak ve tuzlu su. Çok keyifli ve çok eğlenceli bir deniz. Kıyıda da ayaklar suyun içindeyken yemek yenilebilecek restoranlar var.

Bu yat gezisini direk belli saatler için yat kiralayıp yapabileceğiniz gibi hali hazırda bu geziyi tur şeklinde yapan yatlarla gitmeniz de mümkün. Ancak çok dikkatli olunmalı, kıyıya bağlıyken çok şık çok temiz görünen bir yat, harekete geçtiğinde hayatımda duymadığım berbatlıkta şarkılar çalan bir gezici gazinoya dönüşebiliyor. Keyif yapacağım derken göbek atan magandalarla saatlerce gezmek zorunda kalabilirsiniz! =)

Denizler ne kadar güzel ve keyifliyse, insanlar da o kadar kötü zaten. İnsanın içi acıyor, güzelim koy ne hale gelmiş diye. Kıyafetleriyle yüzen türbanlılardan, altın zincirinin yanında kolluk takmış kocaman adamlara kadar yok yok! Hele yatın bir karaya demir atış anı vardı ki, gülmekten o anı videoya çekmeyi unuttuk. Sanki kıyıya yanaşan uzay mekiğiymiş gibi onlarca insan toplanıp, bizi izlemeye, fotoğrafımızı çekmeye filan başladı!

O noktada bize de üzerimize bir şeyler geçirip, kulaklarımızdaki müziğimizi son ses açıp keyif yapmak düştü!


Sadece denizin ortasında "şemmami şemmami" gibisinden sözleri olan Kürtçe bir türküye son derece senkronize olarak dansla eşlik eden 6 adama bayıldım. Yaptıkları dans da, aynı andaki hareketleri de süper sempatikti.

Özetle "gideyim gözüm gönlüm açılsın, Televole kameraları ortalıkta fink atsın, gece hayatı süper olsun, kendimi göstereyim" amaçlı bir tatilse aradığınız aman ha Kızkalesi dolaylarından uzak durun. Ama istediğim güzel bir deniz, insanlar da başka bir şey de beni bağlamaz, müziğimle, yüzüp açılmalarımla keyfime bakarım ben diyenlerdenseniz düşün yoLa! =)

Gizli kalmış ve henüz keşfedilmemiş bir koyda da beach club'ı Bodrum'dakilere taş çıkarır hoşlukta bir otel keşfettim. Önümüzdeki haftasonu da oraya bir ziyaret yapmayı planlıyorum, büyük umutlarım var bakalım bakalım!

Share/Save/Bookmark

21 Temmuz 2009 Salı

Yunanistan Konsolosluğu

Telefonla randevu alma sistemine geçildiğinden beri iki kere Shengen vize prosedürünü yerine getirdim, biri Alman Konsolosluğu idi, diğeri Hollanda Konsolosluğu... İkisinde de randevu alabilmek için bankaya 9 euro yatırmak veya görüşme sırasında kredi kartı numarasını söyleyip PIN kodu almak gerekiyordu.

Yunan Konsolosluğu bütün ezberimi bozdu! Ben bir saatlik adresimden pasaport bilgime kadar bütün detayların sorulacağı ve sonra en az bir ay ileriye randevu verileceğine kendimi hazırlamışken, görevli kadın sadece adımı soyadımı sordu ve beklediğimden çok daha yakın bir tarihe randevu verdi. Prosedürsüz ve net!

Telefon: 0212 293 34 28

Sadece haftaiçleri 12:00-16:00 arası o numarayı arayıp, vize randevunuzu alabiliyorsunuz.

İstiklal Caddesi'nin üzerindeki bina vize işlemlerinin yapıldığı bina değilmiş. Hala eski yerine gidiyorsunuz vize görüşmesi için, meydandan tünele doğru inerken Galatasaray Lisesi'ne gelmeden önceki soldan girip yolu takip ediyorsunuz.

Çok kibar ve güleryüzlüler, süre konusunda pazarlık yapmanız bile mümkün.
Pek sevdim ve rahat ettim.

10 Temmuz 2009 Cuma

Pasaport harcından muaf olmak

Daha geçen seneki interrail maceramın günlüğünü yazılar haline getiremedim, fotoğrafların pek çoğu hala hafıza kartlarında, bilgisayara yüklenmedi; ama yeni yolculuk hazırlıkları başladı!!* Bu sefer hiç kağıt kalem notlarla başlayıp, sonradan düzenleme çabasına girmeyeceğim. Soğumuş yemek gibi oluyor, tadı kaçıyor.

En başından itibaren= hazırlık aşamasından birebir buradan başlıyorum.

1. adım: Pasaportu uzatmak

Eğer benim gibi yeşil pasaport denilen nimetten uzakta gayet lacivert pasaport sahibi ve kanında "gitmek" olan bir insansanız, her seyahatten önce en az seyahat kadar yorucu ve oldukça masraflı bir seramoniye başlarsınız: Pasaportun süresini uzat, vize evrakları topla, vize görüşmesine git...

Bunların her biri bir gününüzü işgal eder, her birinin içinde kendi ıvırı zıvırı vardır. Vize görüşmesine gitmek için telefonla randevu almak gerekir, telefonla randevu alabilmek için bankaya PIN kodu ücreti yatırmak lazımdır...

Şimdiye kadar İngiltere öğrenci vizesinden, USA çalışma vizesine kadar her türlüsünden birer tane edinmiş olmama rağmen, ben bile hala hakim değilim olaya; çünkü prosedürler devamlı devamlı değişiyor. Mesela sadece Amerika vizesinde parmak izi verilirdi eskiden, şimdilerde pasaport süresini uzatmak için bile parmak izi almaya başlamışlar.


Ama hukuk bürosunda çalışıp, adliyelerde fink attığım günlerde bu gereksiz prosedürlere alıştım. O yüzden şimdiye kadar "100liranın cimriliğini edip bir de onla uğraşamam" diyerek hiç bulaşmadığım "harç muafiyet" olayına bu sefer el attım.

Yurtdışına giden bir üniversite öğrencisiyseniz ve bu tatilinizi herhangi bir şekilde "eğitim" veya "kültürel" aktivite olarak nitelendirmeyi başarabilirseniz, pasaportunuzu uzatmak için harç ödemiyorsunuz. Öyle ki work&travel bile bu kapsamda sayılıyor,dil kursları, dernekler aracılığıyla katıldığınız gençlik faaliyetleri hepsi buna dahil. Hatta interraili bile kültürel değişim aktivitesi olarak kabul ettirebilirsiniz. Çünkü ilgili kanun maddesi çok genel hatlarla yazılmış, içine ne isterseniz dahil edebilmeniz mümkün.

Öncelikle başvurduğunuz programa, gittiğiniz yere ilişkin bir belge ile birlikte bir dilekçe yazıp öğrenci işlerine sunuyorsunuz. Bazı üniversitelerde hazır formlar varmış, ama bizim okulda direk dilekçe sunuluyor.

Şu şu şu sebeplerle şu tarihler arasında şuraya gidiyorum içerikli dilekçenizin sonuna, "5682 sayılı ve Resmi Gazete'de yayınlanan Yurt dışına çıkışlarda harç alınmasına ilişkin usul ve esaslar hakkındaki kararda değişiklik yapılmasına ilişkin 2003/6719 sayılı Bakanlar Kurulu kararı gereğince tarafıma pasaport harcından muaf tutulmam için gerekli belgelerin verilmesini arz ederim." yazıyorsunuz. Sonra onlar size gerekli dilekçeyi düzenleyip veriyorlar.



O dilekçeyi alıp vergi dairesine gidiyorsunuz. Bir kaç mühür, bir kayıt, bir imza gerekiyor. Sorduğunuzda sizi yönlendiriyorlar zaten. ((Mini eteğiniz ve gülümseyen bir yüzünüz varsa, bütün bunlar 10dakika bile sürmüyor : p ))

Sonra diğer gerekli belgelerle birlikte emniyete gidiyorsunuz. Eğer muafiyet için verilen süre size az gelirse, kalanının harcını yatırarak daha uzun süre uzatmanız da mümkün. Ben öyle yaptım mesela.

8 Temmuz 2009 Çarşamba

Sangria, Gaudi, Barcelona, İspanyol birası

Barselona’daki ilk gecemizde Plaza Real’de “Meyve suyu gibi bir şey bu, çarpmaz ki” diyerek sürahilerce sangria devirip, nasıl da güzel çarptığını uygulamalı olarak öğrenmiş olduk.


Bir süredir orada yaşayan arkadaşımızın kaldığı eve geldik. Eve geliş kısmımızı, onun ev arkadaşlarıyla tanışmamızı, bir yatakta dördümüz birlikte uyumamızı hayal meyal hatırlıyorum. Sabah bir uyandım; Cihangir’deyim!


Sokağın genel havası, sokakta top oynayan çocuklar, minik balkonlar, birbirine yapışık zevkli apartmanlar, apartmanların altındaki bakkallar bana Cihangir’deymişim hissi verdi. Evin yerlerine döşenmiş karolar bile, özellikle Taksim civarındaki eski binaların içinde sık sık gördüğümüz, hatta Tünel’deki cafelerin hala bozmadan korudukları karoların aynısıydı.


Şehri keşfetmek için sabırsızlanıyorduk, kahvaltı bile etmeden kendimizi sokağa attık. Akşama kadar hiç durmadan sokaklarda gezdik. Şehrin her tarafında plaza olarak adlandırdıkları meydanlar var. Bu meydanlarda da çok şık cafe’ler… Bütün sokaklar cıvıl cıvıl, bütün binaların balkonları çiçeklerle dolu, erkekler yakışıklı, kadınlar güzel ve herkes güleryüzlü.


Hipnotize olmuş gibi gotik turumuzu tamamladık ve Gaudi’nin 1882’den beri tamamlanmayan eseri La Sagrada Familia’ya ulaştık. Uzaktan bakınca, Kapadokya’nın çirkin ve yapay taklidi olarak görünen bu devasa yapıya önce gayet önyargı ile yaklaştık. Yapay Kapadokya şantiyesi gezmek için mi bu upuzun turist kuyruğuna girecektik?!


Biraz sonra binaya yaklaşınca o uzaktan girinti ve çıkıntı gibi görünen şeylerin aslında figürler ve heykeller olduğunu kavradık. Üç cephesinden birinin ‘doğuş’u (nativity), ikincisinin ‘tutku’yu (passion) ve üçüncüsünün de ‘ihtişam’ı (glory) temsil ettiğini; her üç cephenin de inanç, umut ve hayırseverliği (faith, hope, charity) sembolize eden üçer girişi, ve havarileri sembolize eden dörder çan kulesi olduğunu öğrendik. Gaudi’nin bu kulelere sırasıyla sanctus, sanctus, sanctus ve hosanna excelsis yazdırarak, okuyan herkesin İsa'yı övmesini sağlamasını çok cin fikirli bulduk. Hiç homurdanmadan da o upuzun kuyruğa girdik.



Kaç saat boyunca o kuyrukta bekledik, sonra kaç saat ‘şantiyeyi’ gezdik bilemiyorum. Binlerce alakasız detay ve tarz inanılmaz bir mantıkla bir araya getirilmiş ve bir bütün oluşturulmuştu. Gotik ve modern unsurlar ile ağaç dallarından esinlenmiş kolonlar, salyangozu andıran merdivenler gibi doğadan esintilerin tamamı bir aradaydı. Kimse onun ne tekniğini ve ne de mantığını tam olarak kavrayabildiğinden yapı da bir türlü tamamlanamıyordu.


Tepeden Barcelona’yı izlemek, hiç tutanacak yeri olmayan daracık merdivenlerden aşağı inerken adrenalin salgılamak bile “kutsal aile” anlamındaki bu kilise mi tapınak mı olduğu tartışmalı binayı sevmemiz için yeterli sebeplerdi zaten.


Bir marketten onların Efes’i sayılan buz gibi Estrella Damn’lardan aldık. Yolda metroyu bulmak için yürüdüğümüz süre boyunca arkamızı dönüp dönüp deli mi dahi mi olduğuna karar veremediğimiz Gaudi’nin şerefine yudumladık bu pek hafif içimli birayı.